Seni böyle tutan nedir, iki elin şaşkınlıkla açılmış, çiğ tazeliği gözlerinde, saflığını bozmamak için anlamazdan gelirsin söylediklerimi.
Böyle havayı kuşatan nedir? Bir sis bulutu belli ki, fazlaca inmiş yerin yüzüne.
Seni böyle zamanlar arasında sıkıştıran, çaresiz bırakan nedir?
Gözlerine baktığım anda görüyorum aslında ne olduğunu, ne taşıdığını içinde, onu orada tutmaya ikna eden nedir?
Seni durduran nedir? Ortalama olmasına karar veren her şeyin. .Bir kısmıyla yetinmek zorunda bırakan.
Gözlerin, arkasında uzanan uçsuz bucaksızlığı çöl korkusuyla saklar. Ellerin yeteneği hapseder içinde. Yaşamı ellerimle tutmayım, şekillendirmeyim, onun ne olduğunu anlayıp, çabucak işimi bitirmeyim der gibi. Çölde sabırla ufak adımlar kat eder gibi.
Alıştığın sarhoşluğu, gizemin girdabının kendini bıraktığın baş döndürücülüğü. Henüz bulunmamış olanın umudu. Bu şarkıya öyle bağlanıp, hüzünle dindiren kendini.
Bu meraka öylece alışıp, cevaplara kulağını tıkayan.
Bir tarafın hep karanlığın yasını tutar gibi. Kaybettiklerinin. Belki coşkunluğu çocukluğun, belki yerine konamayacak birinin hala canlı hayalinin. Belki sayılmak sadece, yinelenmek adınla ağızlarda, belki kötü bile olsa. Artık kötülüğü de unutulmuş, dudakları belli belirsiz kıvıran bir anıyla yaşamışlığını ispata çalışırsın. Nasılsa kötülük, yüzün asıldığında ordaydı sadece. Belki mutluluk dolu anlardan medet umarsın. Belki soluğunu tutup, dondurmaya kalkarsın güzel bir resmi. Her halükarda en güvenli adımlarda bile çaresizliğin gizli.
Peki sana bir şey versem, hafızanın limitini değiştirecek bir şey. Bir böcek; sevimli antenleri, kalkanı, kabuğu, zehri ve işlevselliği ile.. Bir çiçek eksem, akıl almaz renkleri, uyumu, ters nefesi ile oksijeni, dalı, kökü,tacı, yaprağı ile.. Sana eşini göstersem, aklındaki hayale ilk anda uymaz belki, hiç bırakmayacağı erdemi, ipekböceğinin kozasını ördüğü gibi, sessizce taşır çünkü, seslendirir, açığa çıkarırsa, bozulacağından korkar. Göz kamaştırıcı güzelliği sabah güneşinde gizlenir, sadece sana özel olması için. Hayatına ne katacağını bilemezsin, onu görünce durup dururken içinden çağlayan güvenine güvenmeden. Tahmin edemezsin hiçbir şeyi, bir şey beklemeden söz vermeden. İlk dokunduğun anda, sonsuza kadar kenetleyen ellerini onun üzerinde, onaylamadan gözlerinle.
[*] Grekçe Aisthesis; duyulur algı.
Estetik; Sanatta ve Gerçekte Güzelin bilimi. Ref; A. Ziss
‘Korkular, ruhun zayıf bir durumu yüzünden doğarlar. Bundan ötürü, insan ne zaman bu türden duygulanımlara dışsal bir devinim uygularsa, uygulanan dışsal devinim, içteki korkuya egemen olur ve ruha açık bir dinginlik sağlar’
Aristoteles’in bir arındırıcı olarak güzel sanat öğretisi, gerçekte Platonik öğretinin geliştirilmiş bir şeklidir. Aristo’ya göre epos, tragedya, komedya, kitara sanatlarının büyük kısmı öykünmeye dayanır. Tragedyanın ödevi, uyandırdığı korku ve acıma duyguları ile katharsis[1]’i (arınmayı) sağlamaktır. Aristoteles’in adı bir gelenek halinde her zaman arınma kavramına bağlanmıştır. Buna karşın Platon’un Aristo’dan önce Yasalar’da müzik ve dansı korkuya çare olarak öğütlediğini biliyoruz. Platon, çocukların eğitiminde müzik, dans ve şiirin önemi üstünde tutkulu bir dirençle durmuştur.[2]
Aristoteles’te sanatın kökeni, Platon’da olduğu gibi Prometheus değil, insan eli olarak düşünülüyor. Platon Prometheus ile ‘insan yapısının yalnız bozuk olmakla kalmayıp, aynı zamanda çıplak, yersiz yurtsuz ve kendini koruyacak silahlardan yoksun ve tüm hayvanlardan daha aşağı’ olduğunu söylüyor. Aristo’ya göre daha aşağı olanlar yabanıl hayvanlardır. Çünkü onların silahı tektir. Oysa insan başka araçlar yapmaya yarayan bir araç olan ellere sahiptir. El,hem kuşun pençesi, hem atın ayağı, hem de boynuzdur. İnsan,doğanın en yetkin çocuğudur. Sanat ise insan eliyle doğanın başlamış olduğu işi tamamlamaktır.
Greklerin günlük dilinde güzel, her şeyden önce, canlı ve doğal olan bir şey olarak düşünülüyor. Antik düşüncede bir şeyin güzel sayılması için kavranabilir olması gerekir. Bakanda birliği, büyüklüğü yiten şeyleri güzel- dışı, estetik dışı şeyler olarak yadsıyorlar.
Platinos, güzelin ‘orantı ve uyum’ olduğunu, bir anlamda dar bir anlamda ise çok geniş bularak yadsıyor. Bu tanım çok dar çünkü şimşek, altın, bir müzikal ton ve ahlaksal eylemler gibi yalın olan şeyler de güzeldir. Bir cismin güzel iken çirkin olabileceğini yani, cismin önce güzel olmayıp güzelliği kendi dışından elde edindiği , güzellikten pay alan (methexis) cisimlerin güzel olabileceklerini, özdeğe giren ruhsal varlığın yani özdeğe biçim veren ideanın cismi güzel kıldığını söylüyor. ‘Güzel nesne, Tanrıdan gelen biçime katılmakla doğar. Doğada güzel olan her şey, biçimin gücünden, o nesnenin özdeğinin biçime, ideaya katılmasından ileri gelir. Ruh dünyasının güzelliği; bire, iyiye ve salt varlığa yakın oluşundandır. Tinin güzelliği arınmaya dayanan bir güzelliktir ve böyle olduğu için ahlaksal bir güzelliktir. Güzel ve iyi (Kalokagathia), çirkin ve kötü özdeştir. Nousa’ya (evren ruhu) katılmak için bireysel tinlerin arınma sürecinden geçmiş olması gerekir.
Arınmış olan güzel tin, Bire doğru yönelen, onda erime isteği ve sevinci içinde hazdan titreyen, coşan (extase) durumunda olan ruhtur. Güzel, kendisini yaşayan kimselerde coşkun duygular yaratır. Yaşamın tüm ereği, varlığın ve güzelliğin kaynağına erişmektir. Düşünmenin ve varlığın kaynağını seyreden kimse, onunla bir olup, erimek için sonsuz bir istek ve aşk duyar. Plotinos’a göre insan işe yaramayan taraflarını yontarak, kendini sürekli yetkinleştirerek beden güzelliğinden, ten, us ve Tanrı güzelliğine yükselebilir.
Platon, sevgi ve güzel- iyi kavramlarını bir arada alıyor. Diyaloglarda Menon ‘Erdem, güzeli sevmeye, onu sevebilmeye bağlıdır’ diyor. Güzele duyulan istek ve onu elde etme gücü, erdemdir.
Sokrates felsefesinde, Taoist felsefe ve Hint felsefesinde,insan varlığını götürebilecek en yüksek nokta aranmıştır. Bu noktada bilmediğimizi bilmek yatar. Lao-tse bu konuda şöyle der; ‘Ona bakarız, ama görmeyiz ve ona ‘düzgün olan’ deriz. Onu dinleriz, sesini duymayız ve ‘İşitilemeyen’ adını koyarız. Onu yakalamaya çalışırız, ama yakalayamayız ve ona ince olan deriz. Bu üç özelliğine bakıp, onu tanımlayamayız, bu yüzden üç özelliği karıştırıp bir olanı elde ederiz. Bu tanımlar, insan varlığındaki ve evrendeki son gücün hem düşünceleri hem de duyguları aştığını göstermektedir. Brahman düşünceleri, çokluğun arkasında birliği ararken, şu sonucu elde ettiler.’ Kavranan karşıtlıklar çifti, nesnelerin değil, kavrayan usun yapısını ortaya koymaktadır. Bu nedenle gerçeğe ulaşmak için kavrayan kafa kendini aşmalıdır.[3]
İlkçağ bize güzel ve iyiyi salt kendisi için istemeyi önerir. Ortaçağ cezalandırılma korkusu ile, yeniçağ ve yakınçağ ise mükafatlandırma umuduyla güzeli arar. (Batı Medeniyeti çağlarına göre)
‘Var olan her türlü varlık, tüm evren ancak bir görünüştür ve evrensel olanın kendisinden doğmaktadır. ‘Kendi kendini tanı’ tümcesinde anlatılmak istenen bu evrenselden türeyiş ve geçirilen aşamaların bilinmesi gerekliliğidir.’
Platon’un idealar kuramı ve Hegel’in Tin (Us, ruh ve Bilinç bileşimi) bunu kanıtlamaya çalışır. İnsan yaşamının bağını meydana getiren ne varsa, insan için değer taşıyan ne varsa hepsi tinsel tabiattadır. İnsan, insanlık onuru duygusunu taşımalı ve kendini en yüksek hakikatlere ulaşabilecek güçte görmelidir. Tinin ve hakikat sevgisinin önünde evren, kendini açığa vurmak ve tabiatın zenginliklerini ve derinliklerini ortaya sermek zorundadır. [4]
Evren ve onun gizli özü, hakikat sevgisine açılmaya zorunludur. İnsan varlığı kendi kendini tanımaya zorunluysa, bu buyruğu bir görev sayıyorsa var olmak için, tek amacı da kendinin geçirdiği evrimleri irdelerken ve öğrenirken, doğayla bütünleşmek olacaktır. Bu olgu, Sokrates ve Platon’da töresel yapıyla özdeşleşirken, Hegel’de de tinsel yapıyla özdeşleşir.
Usun Dünyası/ Sarsılan Değerler
Dışavurumculuk
Diyalektik, biçimle içeriğin bir ve aynı fenomenin birbirinden ayrılmaz iki yanı olduğunu öngörür. İçerikle biçimin birliğinde, içerik daha devingendir, biçimden daha hızlı gelişir; bu nedenle biçimin bu gecikmesi, kendisi ile içerik arasında bir çatışma doğurabilir.
19. ve 20. yüzyılda beklenmedik bir biçimde oluşan sanat eğilimi daha çok Batı Avrupa ve Amerika’da etkili olmuştu. Dışavurumculuk estetiği, maksimal bir anlatım gücüne erişebilmek için gerçek biçimleri değiştirmek ve çarpıtmak zorunluluğunu savunur; bu yüzden yapıtları kimi zaman kabaca ilkel biçimlerle belli olurlar. Dışavurumculuk; resmi (Paul Klee, Oscar Kokoşka) edebiyatı (Franz Kafka) ve tiyatroyu (Georg Kaiser, Karl Sternheim) etkilemiştir.
Özgün formu içinde Dışavurumculuk, imgelerin parçalanması; yüzeydeki görünümün orijinal, yani öznel, nesneleri birbirinden ayıran ve onları konumlarının dışında yeniden yerleştiren bir perspektif içinde algılanmasıdır. Vogeler’e göre dışavurumculuk burjuva sanatının ölüm dansıydı. Dışavurumcular, nesnelerin özünü ve esasını ifade ettiklerini sanıyorlardı. Oysa gerçekte kendi çözülme ve çürümelerini ortaya koyuyorlardı.
Dışavurumculuk, Ernst Bloch’a göre, insan olgusuna ve insan varlığına dikkat çekiyor. Dışavurumcular, insanda anlaşılmaz olanı ve insanın esrarını insanca tasvir etmek istiyorlardı. Gereksiz derecede öznel olmakla suçlanan dışavurumcular, önceden kestirilememiş bir olgu olarak ortaya çıkarlar. Geçmişi 1770’lere kadar dayanır ama aslında ilkel sanatlardan ve barok sanatından gelen yanları da vardır.
Dışavurumcuların Nordik ağaç oymacılığında doğu sanatının çok büyük etkisi vardır. Kilim desenleri ve doğrusal süsleme de dışavurumcu sanatın bir diğer öğesini oluşturur.
Lukacs’a göre dışavurumcular, Nazilerin habercisiydi. Bachofen, Rhode, Nietsche, Chamberlain, Rosenberg hatta Cezanne bile Batının yozlaşmasının ürünleriydi. Yalnızca öznel olarak önem taşıyan, yüzeysel ve içerik yoksunu, halktan yabancılaşmış bir akım olarak dışavurumculuğu sertçe eleştirir. Halbuki Bloch, dışavurumculuğu, asıl özelliği halka yakınlık olan bir akım olarak nitelendirir. Formu önemsemediklerini (Kübizm ile karıştırılmamalıdır) ve bu yüzden zarar gördüklerini söyler. Yabanıl ve kaotik bir şekilde biçimlendiğini ve folklordan yararlanmakta olduğunu ifade eder.
Modern insanın kaotik dünyasını, Joyce’un gerçeküstücülüğü ve Thomas Mann’ın incelmişliği ve gelişkinliğinde kendini gösteren emperyalizm çağında yaşayan insanların çoğunun düşüncelerinde görülen bir çözülme yaşantısının ürünü mü olduğu yoksa realitenin kendisi mi olduğu sorununu Lukacs, çarpıtılmaya uğrayan gerçeklik olarak açıklıyor. Bilinçteki süreksizlik, kopma ve yarıklar, Bloch’a göre gerçeğin ta kendisidir. Lukacs ise çarpıtılma olgusunun kökenlerine inmeye çalışır.[5]
Realistler
Realistler, düşünce ve duyguların nasıl toplumsal hayattan köklenip oluştuğunu, yaşam deneyimlerinin ve hissiyatın realitenin total bileşiğinin nasıl birer parçası olduğunu gösterir. Her önemli gerçekçi sanatçı, kendi yaşam deneyimlerinden elde ettiği materyale bir biçim ve üslup kazandırır. Bunu yapmak için soyutlama tekniklerinden de yararlanır. Fakat amacı, nesnel realiteyi yöneten yasalara nüfuz edip bunların gerçeğini kavramak, dolayımsız (subjektif) olarak algılanabilenle yetinmeyip, derinde olanı, saklı olanı, toplumu oluşturan ilişkiler ağını ortaya çıkarmak ve bunu görünür kılmaktır.[6]
Gerçek realizm, realitenin kalıcı ve önemli olan kısmını, insanı ve onun reel dünya ile olan ilişkilerini tasvir etmeye çalışır. Hem de, kendilerini tam olarak hissettirecek kadar gelişmiş bulunmayan eğilimleri de görebilmek ve onlara biçim vermek, gerçek avant-garde’a düşen önemli bir tarihsel görev olmaktadır.
Ficher’a göre sanat ve bilim hegemonik (ekonomik açıdan baskın ideoloji) biçimleri temsil etmez; tersine yanıltıcı ve yalan bilince karşı gerçekliğin bir başkaldırısını oluşturur; gerçek bir sanatçı var olan gerçeklikle durmadan dövüşür, onun karşısında eleştirel bir tavır koyar. Kapitalist ve sosyalist ülkelerde sanatın ortak bir görev taşıması da buradan gelir: Yabancılaşmayı gün yüzüne çıkarmak, insanlık dışı yaşam koşullarına karşı savaşmak ve toplumsal ilişkileri insanileştirmek.
İdealist estetik ise antik düşüncenin güzeli uyum, ölçü ve oran üzerine temellendirmesini kabul edemez. İdealistlere göre güzel ussal bir yolla ölçülemez, çünkü onun özü, anlatım gücünden ibarettir. Rönesans sanatçıları da, insan yüzünün güzelliğine ilişkin yasayı bulmak için antik yontuları istedikleri kadar ölçüp biçebilirlerdi, bundan bir şey çıkmazdı, çünkü güzellik yüz yapısının bütünüyle dışsal belirtilerinde ve oranlarında değildi; tam tersine, içinde insanın iç dünyasının göründüğü, dışsal biçimlerin manevi nitelik kazanmasında, yani anlatım gücündeydi. Nesnenin biçimi hiçbir manevi içeriği dile getirmiyorsa, hiçbir düşünceyi somutlaştırmıyorsa, güzelin de sözü edilemez artık.
Nesnel idealistler, öznel idealistlere göre biraz daha farklı bir anlayış getirirler. Nesnel idealistlerin (Platon, Schelling, Hegel) estetik anlayışları, en başta da güzel üstüne yargıları, dünya ile ilgili genel felsefi görüşlerinden temellenir; buna göre dünya, bizim dışımızda nesnel bir şekilde var olan ve saltık idee, evrensel us ya da Tanrı biçiminde kendini dışa vuran manevi özün maddesel tözüdür. Bu durumda güzel de, dışa dönük maddesel biçimlerde temsil edilmiş olan (ete kemiğe bürünen) ideal (varlık) gibi görünüyor ve anlamları, türsel özleri, başka bir deyişle ideleri en tam bir biçimde ortada olan nesneler güzeldir sadece.
Güzel, bir türün eriştiği yetkinliktir. Güzel bir gül, geneldeki gülün temel özelliklerini en tam bir biçimde taşıyan gül olacaktır; bunun gibi, insan türünün niteliklerini, insan doğasını ve çizgilerini somut bir biçimde ortaya koyan insan da güzeldir.
Öznelci idealislere göre ise, gerçeklikteki güzel görüngüleri manevileştiren, evrensel ruh ya da tanrı değil, insanın bilincidir. İnsan, kendi iç dünyasının duygularını, heyecanlarını ve özelliklerini bir görüngüye uyguladığında, o görüngü güzelleşir. İnsanın düş gücü ve imgelemi, gerçekliğin olaylarını tinselleştirmek olanağı verir. Mutluluğumuzu, sevinçli duygularımızı gerçekliğe aktardığımızda gerçeklik güzelleşir. Theodor Lipps’in estetik kuramına göre güzel, çevresel gerçekliğin olaylarına sanatçının iç dünyasının ‘duygularını üflemesinden’ doğar.
Maddeci öğreti ise idealist estetiğin öznelciliğinin karşısında yer alır. Çernişevski’ye göre; Güzel yaşamdır. Yaşamı, aklımızdan geçirdiğimiz haliyle bir varlıkta gördüğümüzde, o varlık bize güzel gelir.
Bir yapıtın sanatsal yetkinliğini ve güzelliğini de en başta belirleyen şey, yine bizim aklımızdan geçirdiğimiz haliyle yaşamdır. İnsan ruhen sanatçıdır ve yaşamına durmadan güzeli katmak ister. Güzelliğe karşı sönmeyen bir istek vardır içinde; insanoğlunun yarattıkları hep güzel olmasa bile, çirkinlik de yaşamdaki kusurları ortaya koyar ve böylece güzellik özlemini uyandırır.[7]
Meditatif estetik
Her isteğin estetiğinde ondan vazgeçmek vardır. Çıkış noktası kendisinden gelen bir beklentiyle çizilen isteğin, çerçevesine yerleşmesi için, orada gerçekte ne olduğunu bulması gerekir. Merkezi değişen his, istekten vazgeçmek olarak görülür. Gerçekte ise amacına ulaşması için serbest bırakılmıştır.
Bir beklentiyle, her yeniliğe yönelindiğinde, kendi istediğini alıp uzaklaşmak isteği, kendini kendi ile sınırlamaktır. Montaj modası bize doğru olanın bu olduğunu söyleyecektir. Halbuki doğru, düz bir şeydir. Her zaman bir şeyi sahip olmak isteyen için değil, o şey için istemeyi önerir. Estetik ise bu noktada kıpırdanmaya başlar. Birebir hedeflendiğinde ürküp, kaçacaktır, ama bir duygunun, bir oluşun peşinde kaptırdığında kendini, doğada var olan uyum yakalanır.
O zaman istek, olması gerektiği gibi yalnızca çıkış noktası biçimini alır. Saf olanı ortaya çıkarmak için bazen zorlu koşulara da gerek duyulur.
Estetik, kendiliğindendir. Duru ve doğaldır. Her şey doğalında işlemesi ve ışıldaması için vardır. Güç ise bilincin dayanamayacağı eşiklerde kazanılmaya başlar. Çünkü artık yeni ve güçlü bir bilme duygusu ortaya çıkar. Estetik ve güç, zorlu bir hedef, uyumlu birer birleşendir.
[1] Arınma-Arıtma (Catharsis): Aristoteles tarafından tragedyanın insan üzerinde yaptığı estetik etkinin özünü göstermek için kullanılmıştır; bu etki sonunda, insanın içi ‘heyecanlardan arınır’, duygular yücelir, yüksek ahlaki ve toplumsal ilkeler oluşur.
[2] Necla Arat, Etik ve Estetik Değerler, Say Yayınları, 1987
[3] Doç. Şahin Yenişehirlioğlu. Felsefe ve Diyalektik. 1985. Ankara.s21
[4] Hegel, 1918 , Söylev.
[5] Ernst Bloch, Estetik ve Politika. Eleştiri Yayınevi, 1985
[6] Georg Lukacs, Gerçekçilik Değerlendiriliyor
[7] Avner Ziss, Estetik. Gerçekliği Sanatsal Özümsemenin Bilimi.1984. De Yayınevi s; 177